Emrullah Demirtaş
Bir ülke düşünün “demokrasinin” en büyük savaşçısı. Dünyanın her
yerine sözde demokrasi taşımak, bütün insanlığı birbirine karşı
eşitlemek istiyor. Hatta bunu “Tanrı’nın” kendilerine verdiği bir görev
olarak bilip kendilerini “istisna” bir ülke olarak kabul ediyorlar. Evet
Amerika’dan bahsediyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nin oluşum
sürecinde tek bir din, mezhep, millet veya etnik köken olmadığı için
birleştirici bir ülkü bulmaları zor ve sancılı bir süreç olmuştu; ta ki
Alexis de Tocqueville “istisnacılık” kavramını ortaya atana kadar. Bu
kavram Amerikan kurucularının aradığı kan olmuş ve millet kavramını
bu söylem üzerine oturtmuşlardı. İstisnacılık kavramının içinde,
Amerikan halkının “Tanrı” tarafından seçilen bir halk ve devletinin de
“Tanrı” tarafından oluşturulmuş bir devlet olduğu inanışı ön plana
çıkıyor. Bu inanış, kuruluş aşamasında ABD’ye Amerika kıtasına yayılma
hakkı ve 1. Dünya Savaşı sonrasında Başkan Wilson’un da ısrarı ile
bütün dünyaya demokrasi getirmeyi kendi hakkı olmaktan öte kendi
“Tanrı”larının kendilerine verdiği bir görev olarak lanse ediyordu.
Bütün sözde demokratik müdahalelerini bu ülküye dayandırıyorlar,
dünyanın her köşesine el uzatırken “Tanrı’nın” görevini ifa ediyorlardı.
Amerika, Tanrı’nın bu görevini gerçekleştirmek için dünyanın her
köşesinde tiranlığa, diktatörlüğe, krallıklara karşı mücadele ediyor,
ülkelerin halklarını “özgür”leştiriyorlar. Bu özgürleştirme hareketlerini
çeşitli yollarla gerçekleştiriyor, birisi olmazsa diğerine, o da olmazsa
bir başkasına baş vuruyorlardı; ta ki demokrasiyi askerleri ve savaş
uçaklarıyla getirmekten başka çaresi kalmayıncaya kadar. Bu yollardan
birisi hibe ve kredi programları elbette.
1947 yılında ABD Başkanı Harry Truman ve
ekibi Avrupa’da yükselen Sovyet tehdidine
karşı “Truman Doktrini” isimli bir yardım
programı hazırlayarak Avrupa ve
çevresindeki ülkelere para yardımıyla
demokrasilerini güçlendirmeyi amaçlamıştı.
Elbette bu yardım paraları belirli alanlarda
kullanmakla sınırlandırılmış, bu alanların
dışına çıkıldığında yardımın kesileceği hatta
ödeneğin geri alınacağı bildirilmişti. Buna
benzer bir yardım programı yakın zamanda
yeniden gündeme geldi. 20 Eylül tarihinde
ABD Dış İşleri Bakanı Antony Blinken, Afrika
ülkelerine yapılacak 225 milyon dolarlık
kredilendirme programını açıklayarak
Afrika’ya “demokrasiyi” yerleştirmekte kararlı
olduklarını yeniden göstermişlerdir. Bu
yardım kampanyasının, yakın zamanda
Burkina Faso’da yaşanan darbenin ve
Fransa’nın Afrika’daki etkinliğinin azal(tıl)dığı
bir dönemde planlanması her ne kadar
manidar olsa da hegemonun el değiştiği bir
dönemde Afrika’da Rus ve Çin etkisini
azaltmak noktasında mantıklı bir adım olarak
değerlendirilebilir. Bu yardım kampanyası
Amerika’nın Afrika’daki ilk girişimi olmadığı
gibi sonuncusu da olmayacağı kesin.
Önümüzdeki aylarda ABD’nin Afrika
konusunda daha somut adımlar atarak etki
alanını daha da genişletmek isteyeceğini
göreceğimiz de yine bir gerçek olarak
karşımızda duruyor. “Demokrasi” adına Tanrı
tarafından görevlendirilen ülke, Tanrı’nın
görevi tamamlanıncaya kadar devam
edecektir elbette!