17 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

İklim Değişikliği ve Türkiye

Prof. Dr. Murat ERTEKİN

DÜNYA’NIN EKOSİSTEMİNDE NELER OLUYOR?

Yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşında olduğu tahmin edilen dünyanın ilk dönemlerinde atmosferindeki su buharı, karbondioksit, metan ve ozon gibi sera etkisi gösteren gazların oranı oldukça yüksekti. Bu nedenle ortaya çıkan yüksek sıcaklık herhangi bir yaşamsal faaliyete de imkan vermemekteydi. Süreç içerisinde sera gazlarının oranı azalmaya başladı. Bununla birlikte sıcaklık değerleri de hızla düşünce yaşam koşulları oluşmaya başladı. Ancak yakın çağlarda özellikle sanayi devrimi sonrası fosil kökenli yakıtların aşırı kullanımı ve ormanların yok edilmesi gibi etkenler, yaklaşık bir düzine farklı elementten oluşan sera gazlarının artış dengesini bozdu. Nitekim küresel sanayinin enerji ihtiyacı büyük oranda yeraltı fosil kaynaklarından karşılanmaktadır. Dolayısıyla geri dönüşümü milyarlarca yıl gerektiren bu doğal kaynakların varlığındaki hızlı azalma ve tüketimindeki artış küresel iklimi ve ekosistemi tehdit etmektedir.

“İklim değişikliği” önceleri konunun uzmanları tarafından takip edilen kuraklık, yüksek radyasyon, yüksek sıcaklık ve su yetersizliği gibi çevresel konular iken son zamanlarda hemen hemen her yaştan insanın konuştuğu günlük bir konu haline gelmiştir. Dolayısıyla bilimsel bir araştırma konusundan halk arasında konuşulan güncel bir konu haline gelmesi bu konunun vahametini de gözler önüne sermektedir. Bilim çevrelerince kabul edilen genel kanı; İklim değişikliğinin en önemli göstergesinin kuraklık olduğudur. Kuraklık özellikle Akdeniz ülkelerinin kurak bölgelerindeki ekosistemleri ve sistemin içindeki görünen yüzü olan flora (bitki varlığı) ve faunayı (hayvan varlığı) tehdit etmektedir. Son bilimsel yayınlarda kuraklık stresine karşı değişen yeni koşullara adapte olma ve hayatiyetlerini devam ettirme amacıyla, tek hücreli canlılardan çok hücreli organizmalara kadar birçok canlı grubunun bazı fizyolojik değişimlere uğramaya başladığı bildirilmektedir.

Bilim çevrelerince kabul edilen genel kanı; İklim değişikliğinin en önemli göstergesinin kuraklık olduğudur.

Küresel iklim değişikliği kimi etkiler?

İklimde meydana gelen değişiklikler küresel ölçekte olan bir ekosistem hareketliliğidir. Dolayısıyla sadece bir bölge, ülke ya da kıtayı değil tüm dünyayı ilgilendiren bir konudur. Aynı zamanda küresel düzeyde gerçekleşen bu ekolojik sorunlar; sadece gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerin sorunu değil, tüm dünyayı yani insanlığı tehdit eden hayati bir konudur.

Dünya genelinde 50 0C üzerindeki toplam gün sayısı 1980’den günümüze her 10 yılda bir artış göstermektedir. Nitekim 50 0C’yi aşan gün sayısı 1980-2009 yılları arasında yılda ortalama 14 gün iken, 2010-2019 yılları arasında ise yılda ortalama 26 güne yükselmiştir. Gelecekte özellikle yerleşim yerlerine yakın kırsal alanlardaki ekosistemlerin iklim değişikliği ile birlikte daha da bozulacağı ve başta bitkiler olmak üzere tüm yaban hayatının varlığını tehdit eden etmenlerin şiddetinin artacağı tahmin edilmektedir. Avrupa için iklim değişikliği senaryolarında; 2100 yılında, İrlanda ve İngiltere için 2 0 C; orta Avrupa için 30 0C; kuzey Boreal ve Akdeniz bölgesi için ise 4-5 0C yükseleceği öngörülmektedir. Akdeniz ülkelerinde artması beklenen ısı artışı kendini kuraklık olarak gösterecek ve tüm yaşamı doğrudan (yangın, sel, heyelan vb.) veya dolaylı (salgın, gıda yetersizliği, zararlı patojenlerin çoğalması, göç vb.) yönden etkisi altına alacağı ifade edilmektedir.

İklim değişikliği ana kavramı üzerinde konu irdelenirken bazı meteorolojik bilgilerin hatırlanmasında fayda vardır. Kısaca izah etmemiz gerekirse; atmosferdeki gazların varlığı, miktarı ve birbirine oranları meteorolojik olayları oluşumunda etkilidir. Atmosferde bulunan gazların % 75’i ve su buharının tamamı troposferde bulunur. İklim yönünden daha çok atmosferin alt kısımları belirleyicidir. Troposfer ve stratosferin alt katlarının kimyasal bileşimi incelendiğinde; her zaman bulunan ve oranı değişmeyen gazlar; % 78 oranında azot, % 21 oranında oksijen, %1 oranında asal gazlar (Hidrojen, Helyum, Argon, Kripton, Ksenon, Neon) dır. Her zaman bulunan ve oranı değişen gazlar ise su buharı ve karbondioksit iken daimi olarak bulunmayan gazlar ozon ve tozlardır. Su buharı yeryüzünün aşırı ısınıp, soğumasını engeller. Yağış, bulut, sis gibi hava olaylarının doğuşunu sağlar. Karbondioksit ise atmosferin güneş ışınlarını emme ve saklama yeteneğini artırır. CO2 miktarının artması sıcaklığı artırıcı, azalması ise sıcaklığı düşürücü etki yapar. Ozon atmosferdeki oksijen (O2 ) mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının etkisi altında ozon (O3 ) haline geçer. Ozon gazı, içinde hayatın gelişmesine olanak vermez ancak atmosferin üst katmanlarında ultraviyole ışınlarını emerek yeryüzündeki yaşam üzerinde olumlu bir etki yapar.

Dünya genelinde 50 0 C üzerindeki toplam gün sayısı 1980’den günümüze her 10 yılda bir artış göstermektedir.

Fosil kökenli yakıtların kullanımın devam etmesinin yanında hem çevresel kirlenmelerin artması hemde küresel orman varlığının azalması nedeniyle CO2 miktarı hızla artmakta bunun yanında metan miktarındaki artışta dikkat çekmektedir. Ayrıca yapılan araştırmalarda CO2 ile sıcaklık artışının doğrusal olmadığı yani CO2 artışına dayanarak yapılan tahminlerin öngörüleri zorlaştırdığını ve dolayısıyla yaşanacak problemlerin tahmin edilenlerden daha büyük olacağı birçok bilim insanı tarafından öngörülmektedir.

Küresel iklim değişikliği nasıl etkiler?

Tıpkı bir hastalık semptomu gibi küresel iklim değişikliğinin de belirtileri olmaktadır:

  • Doğal afetlerin sayısındaki artış: tropikal kasırgalar, don, ani ve kuvvetli yağış sonrası oluşan seller, dolu, yıldırım, çığ vb.,
  • Sıcak ve soğuk hava dalgalarından dolayı meydana gelen ölümlerde artış,
  • Tarımsal kuraklıktan kaynaklan ürün ve verim kayıpları,
  • Sıcaklığa bağlı orman yangınlarındaki artış,
  • Ultraviyole, yer ozonu, hava kirliliği, vb. iklimsel etkilerden kaynaklanan sağlık sorunlarındaki artış,
  • Denizlerde görülen değişiklikler, kirlilik, buzulların erimesiyle yükselen deniz sevisi, deniz faunasındaki tür değişiklikler,
  • Atmosferdeki aşırı kirlenmeden kaynaklanan asit yağmurlarının başta ormanlar olmak üzere tüm yaşama olumsuz etkilerinin artması,
  • Toprağın kimyasal yapısının bozulması ve yer altı sularının kimyasal bakımdan bozulması,
  • Tatlı su kaynaklarındaki hayati azalmalar, birçok gölün kuruması,
  • Dünya yaşamında bulunan canlılarda tür ve ırkların kaybolması, yeni organizmaların ortaya çıkması gibi birçok belirtileri vardır.

Marmara denizinde meydana gelen müsilaj sorunu, Akdeniz bölgemizde orman yangınları, Karadeniz bölgesinde sel felaketleri küresel iklim dengesizliğinin göstergeleridir.

Yukarıda makro düzeyde verilen bu semptomlar, artık bizlerin de yakından ve sık bir şekilde gözlemlediğimiz belirtilerdir. Nitekim ülkemizde de bu doğal afetleri aynı zamanda farklı bölgelerimizde görmeye başladık. Örneğin Marmara denizinde meydana gelen müsilaj sorunu ile ilgilenirken, Akdeniz bölgemizde orman yangınları Toros ekosistemine ciddi zararlar verirken aynı zamanda Karadeniz bölgesinde sel felaketleri meydana gelmiştir.

Küresel iklim değişikliği bir iklim krizine doğru gitmekte ve başta su kaynakları olmak üzere doğal kaynaklarda değişime neden olmaktadır. Bunun yanı sıra çevrenin hızla kirletilmesi de azalan doğal kaynaklara daha da olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Son yıllarda bu havzalarda kuraklığa bağlı su azalması yaşanmaktadır. Su havzalarındaki çevresel tehditlerin yanında ayrıca özellikle kentsel alanlardaki hızlı nüfus artışı su ihtiyacı ve teminindeki dengeyi de bozmuştur. Özellikle orta ve büyük ölçekli kentlerin su sorunu dramatik hale gelmektedir. Ülkemizde kaçak yapılaşmanın su havzalarını mesken tutması, büyükşehirlerde yaşanan susuzluğun başlıca nedeni olarak görülmelidir. Suyun yenilenebilir bir kaynak olmasının önünde, başta orman alanları olmak üzere havzalarda doğal çevreye her türlü müdahale (planlı/plansız) sonucunda kuruyan göl, akarsu, baraj, kuyu ya da bu doğal kaynaklarda yaşanan kirlenme, karşımıza susuzluk sorunu olarak çıkmaktadır. Ülkemiz su konusunda zengin bir ülke değildir. Hali hazırda Türkiye’de kişi başına kullanılabilir su miktarı yıllık 1.300 m3 (günde yaklaşık 216 litre)’tür. Nüfus artışı dikkate alındığında 2050 yılında Türkiye’de kişi başına düşen su miktarının yılda 1.200 m3 civarında olacağı öngörülmektedir.

Küresel iklim değişikliği ile nasıl mücadele ediliyor?

İklim değişikliği bölgesel veya ülkesel bir sorun değil küresel bir sorundur. Dolayısıyla küresel ölçekte çözüm aranmaktadır. Küresel ölçekte de Birleşmiş Milletler (BM), iklim değişikliğiyle ilgili müzakerelerin sürdüğü temel platformdur. Fakat BM bünyesindeki iklim değişikliği müzakerelerinin çoğu kere tıkanması ve gelişmiş-gelişmekte olan ülke çatışmasına dönüşmesi bu platformun başarısını sorgulanır hale getirmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ında sıklıkla ifade ettikleri “Dünya beşten büyüktür” sözleri böylesi küresel problemin çözümünün beş ülkeye bırakılamayacağını doğrular niteliktedir. Bu sebeple iklim değişikliği ile mücadelenin başarısı için alternatif platformların da oluşturulması zorunludur.

İklim değişikliği bölgesel veya ülkesel bir sorun değil küresel bir sorundur. Dolayısıyla küresel ölçekte çözüm aranmalıdır.

Küresel iklim değişikliği ile ilgili ilk uluslararası teşebbüs 1972 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de BM’nin himayesinde düzenlenen “İnsan ve Çevre Konferansı”dır. Çevre ile ilgili görüşmelerin yapıldığı bu ilk uluslararası konferansa Türkiye dahil 113 ülke katılmıştır. İlk konferanstan yedi yıl sonra Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından 12-13 Şubat 1979 tarihinde Cenevre’de iklimle ilgili ikinci konferans toplanmıştır. Bu konferansı 1985 yılı Villach ve 1987 yılı Toronto Konferansları takip etmiştir. 1988 yılında IPCC kurulmuş ve ilk raporunu 1990 yılında yayınlamıştır. İklim ve küresel ısınmayla alakalı ikinci geniş katılımlı konferans yine 1990 yılında Cenevre’de gerçekleştirilmiştir. İklim değişikliğiyle mücadele kapsamında 3-14 Haziran 1992 tarihleri arasında Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde BM himayesinde 172 ülkenin katılımıyla gerçekleşen görüşmeler sonrasında imzaya açılan üç sözleşmeden birisi olan ve 9 Mayıs 1992 tarihinde New York’ta imzalanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change) dünyanın ilk iklim sözleşmesidir. Bu sözleşme 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Daha sonra 2005 yılında emisyonların %55’inden sorumlu 160 ülkenin onayı ile yürürlüğe giren ve ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylerin %5 altına düşürmelerini hedefleyen Kyoto Protokolü kabul edilmiştir. Türkiye, 26 Ağustos 2009 tarihi itibari ile Kyoto Protokolü’ne resmen taraf olmuştur. Ancak protokolün 2008-2012 yıllarını kapsayan birinci yükümlülük döneminde Türkiye’nin herhangi bir sayısallaştırılmış salım sınırlama veya azaltım yükümlülüğü bulunmamaktadır. Kyoto Protokolünün hedeflerine ulaşamadan 2020 yılında sona ermesi üzerine, 2015 yılında Fransa’nın Paris kentinde gerçekleştirilen 21. Taraflar Konferansı’nda (COP21), 2020’den sonra geçerli olacak Paris Anlaşması kabul edilmiştir.

Paris Anlaşması ve Türkiye

Paris anlaşmasının başlıca hedefleri; küresel ortalama sıcaklık artışını sanayileşme öncesi döneme göre 2°C altında tutmak; bu amaca yönelik küresel çabaları sürdürülebilir şekilde desteklemek; gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere maddi açıdan yardım etmesini sağlayacak finansman desteğini sağlamak şeklinde özetlenebilir. Türkiye, yeni iklim rejiminde finans ve teknoloji desteklerine erişim talebinin karşılanması kaydıyla 2015 yılında Paris Anlaşması’nı kabul etmiş ve 22 Nisan 2016’da imzalamıştır. Her anlaşmada olduğu gibi Paris anlaşması da imzalayan ülkelere gelişmişlik düzeylerine göre sorumluluklar yüklemektedir. Bu anlaşmanın ise en önemli sorumluluğu; emisyon azaltımını sağlamaktır. Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında iki konuya odaklandığı görülmektedir. Bunlardan birincisi; finans ve teknoloji destekleri açısından kendisine benzer konumda olan ülkelerle aynı şekilde muamele görmek; İkincisi ise; ekonomik büyüme, nüfus artışı gibi ölçütler dikkate alındığında mutlak emisyon azaltımı yapmasındaki güçlükleri ortadan kaldırmaktır.

Türkiye’nin bu anlaşmayı yürürlüğe koymasında hem uluslararası toplumla birlikte hareket etme niyeti hem de ülke olarak belirlenen ulusal hedeflerin gerçekleştirilmesinde yükümlülükleri fırsat olarak kullanma isteğidir. Ayrıca gelinen noktada, Avrupa Birliği 2050 yılına kadar karbon-nötr ekonomiye geçişi hedeflemektedir. Bu hedef doğrultusunda 11 Aralık 2019 tarihinde; biyoçeşitlilik, tarladan sofraya, sürdürülebilir tarım, temiz enerji, sürdürülebilir endüstri, inşaat ve renovasyon, sürdürülebilir dolaşım, kirliliğin giderilmesi, iklim eylemi olmak üzere dokuz adet temel politika alanından oluşan “Avrupa Yeşil Mutabakatı”nı (The European Green Deal) yayınlanmıştır. Türkiye’nin ihracatının % 41’ini gerçekleştirdiği Avrupa Birliği ile sadece ticari bir bağı söz konusu değildir. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan: Türkiye’nin 2053 yılında sıfır emisyonlu bir ekonomiye dönüşmesi yönünde bir vizyon oluşturulacağını ve bir yeşil kalkınma devrimi başlatılacağını ifade etmiştir. İşte “Avrupa Yeşil Mutabakatı” ile Türkiye’nin yeşil kalkınma dönüşümünün sağlanması kolaylaşacak bununla birlikte Avrupa Birliği ilişkilerine de olumlu etkileri olacaktır. Bu kapsamda gerek Paris Anlaşması gerekse de Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında atılacak tüm adımlar aynı zamanda Türkiye’nin “Yeşil Kalkınma Devrimine” de hizmet edecektir. Böylece enerji üretiminin %30’unu sağlayan kömür gibi fosil kökenli kaynaklardan yararlanma azalacak, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir doğal kaynakların kullanımı artacaktır. Bu durum; sanayileşmede “Yeşil Organize Sanayi Bölgeleri” ve “Yeşil Endüstri sertifikasyon” gibi yenileşmeleri, yeşil kentleşmeyi ve istihdamı da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla Türkiye, Paris Anlaşması kapsamında atacağı adımlarla hem ekonomik hem de ekolojik açıdan önemli kazanımlar elde edebilir. Nitekim şimdiden “sıfır atık” projesiyle Türkiye’de geri kazanım oranı 9 puan, orman varlığı 2.2 milyon hektara artmış ve yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimindeki kurulu güç içerisindeki payı yüzde 53’e ulaşmıştır.

Türkiye’nin mevcut politikaları, Paris anlaşması kapsamında ileri sürülen beyanı rahatlıkla yerine getirebilecek olmasına rağmen; 2053 ve 2071 gibi ulusal hedefleri ve bu doğrultudaki ekonomik faaliyetleri, küresel iklim krizi ve uluslararası anlaşma yükümlülükleri perspektifinde değerlendirilerek yeni stratejik pozisyonları da üretmeye zorlamaktadır. Bu doğrultuda kömür ve doğal gaz gibi fosil kökenli kaynakların kullanımının azaltılması; doğal gaz aramalarının durdurulması; şehirlerde emisyon azaltımı ve yeşil kentsel dönüşüm maliyetleri; kuraklıktan kaynaklanan çevre sorunları ile mücadele; doğal alanların ve biyoçeşitliliğin korunması; ekolojik tarımın desteklenmesi gibi yüksek maliyetli bir dizi yatırımı yapma zorunluluğu da süreçteki güçlükler olarak görülmektedir.

Acil tedbirler neler olabilir?

İklim değişikliğiyle mücadelede yapılması gereken çalışmaların başında toplumsal duyarlılık ve eğitim konuları gelmektedir. Bununla birlikte Türkiye, uluslararası süreçlerdeki (BM İklim Değişikliği Konferansı, Kyoto Protokolü, Paris sözleşmesi vb.) yükümlülüklerini gerçekleştirirken; liderliğini üstelenebileceği “Akdeniz ülkeleri İklim Krizi ile mücadele İşbirliği Teşkilatı” adı altında bir oluşumla, üye ülkelerin müşterek mücadele edebileceği, acil kararların alınabileceği ve farklı ülkelerde müdahale ekiplerinin/üstlerin bulunacağı bir işbirliği platformuyla tüm Akdeniz havzasında etkin ve tarihi bir rol üstenebilir.

Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığında ekosistem, iklim değişikliği, kuraklık, çölleşme ve su yönetimi gibi gerek bakanlık merkez birimleri gerekse de bağlı birimler bulunmaktadır. Bu birimlerin bazılarının taşra teşkilatı olmaması nedeniyle bir kısım proje ürettikleri fakat uygulama ve eyleme geçemedikleri bilinmektedir. Nitekim bu genel müdürlüklerin görev tanımları ve sorumlulukları çatışmaktadır. Bu konuda hukuki düzenlemelere ve bakanlıklarda yeniden organizasyon modellerine ihtiyaç bulunmaktadır. Nitekim yeni yapılan düzenleme ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığının ismi; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına dönüştürülmüş ama yapılan reorganizasyon bir dizi sorunları da beraberinde getirmiştir. Oysa ki; Tarım Bakanlığı; gelecek yüzyılda en önemli krizin sebebi olması beklenen “güvenilir gıda üretimi ve gıdaya ulaşım” konularında, bitkisel ve hayvansal üretim konuları odağında bir bakanlık; İmar ve Şehirleşme Bakanlığı; son dönemde yapı sektöründeki problemler, kentsel dönüşüm ve enerji etkin yeşil kentleşme konularında odaklanan bir bakanlık; Çevre ve Orman Bakanlığı; başta orman ve orman ürünlerinin korunması, sürdürülebilir ekosistem yönetimi, orman köylerinin ve yaban hayatı/ekoturizm kaynaklarının yönetilmesi ile önümüzdeki yüzyılın en önemli sorunu olacağı düşünülen kuraklığa dayanıklı ağaçlandırma çalışmalarının sadece ormanlık alanlarda değil memleketin tüm sathında yeniden planlama ve uygulama çalışmalarına odaklanan bir bakanlık şeklinde reorganizasyona tabi tutulması daha bilimsel ve bakanlık teşkilat karakterine uygun olabilirdi. Böylece ilgili alt birimler bir arada toplanmış olacak ihtiyaç halinde de doğrudan kuraklık, çölleşme, iklim değişikliği ve bunlara bağlı sorunlarla ilgilenecek bir genel müdürlük veya göç sorununu da çevresel bir sorun olarak kabul edersek yakın dönemde su ve gıda kıtlığı nedeniyle meydana gelecek yurtiçi veya yurtdışı kaynaklı nüfus hareketliliğini yönetecek bir “Çevre ve Orman Bakanlığı”na ihtiyaç bulunmaktadır.

Whatsapp Whatsapp