10 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Koronavirüs Sonrası Küresel Düzende Sarsılmalar

Prof. Dr. M. Akif KİREÇCİ

Aylardan beri dünyamız, kaynağı Çin olduğu iddia edilen bulaşma riski çok yüksek bir virüs salgınıyla savruluyor. Yaşadığımız süreç, salgının küresel bir salgın (pandemi) ilan edilmesinden sonra bütün ulaşım hareketlerinin, üretim ve tüketimin aylarca durdurulması adımlarını beraberinde getirdi. İnsanlar birbirleriyle teması kesti; birbirlerinden çekinmeye ve aralarına mesafe koymaya başladılar. Virüsün öldürücü etkisinin azalmaması bu duraksamanın devamını gerektirirken, ABD ve AB’nin zengin ülkeleri dahil olmak üzere, birçok ülkenin ekonomisi ayakta kalabilmek için mücadele vermek zorunda kalıyor.

Birçok ekonomiste göre dünya ekonomisi salgın nedeniyle muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en derin ekonomik krizle karşı karşıya. Üretim ve tüketim mekanizmalarının bu kadar uzun süre durması bir taraftan geleneksel tüketim normlarının temellerini sarsarken diğer taraftan da bazı ekonomik faaliyetlerin yön değiştirmesinin önünü açıyor. Devletler sarsılan ekonomik döngünün daha fazla zarar görmemesi için iç piyasaya nakit destek programları hazırlıyorlar. Ancak üretim ve tüketimin büyük düşüşler yaşadığı, insanların işlerini kaybettiği bir ortamda piyasaların normale dönmesi uzun bir zaman alacağa benziyor.

Öte yandan salgının ilk baş gösterdiği ülke olarak Çin, yoğun nüfusuna rağmen salgını beklenenden daha hızlı bir zaman zarfında durdurabilmesiyle öne çıktı. Virüsün Çin’de Wuhan dışında başka eyaletlerde fazla görülmemesi, salgının Avrupa’ya, ABD’ye ve tüm dünyaya yayılma sı gözlerin Çin’e çevrilmesine neden oluyor. Çin’in Dünya Sağlık Örgütü’nü ve dünya kamuoyunu virüse karşı zamanında uyarmadığına dair ithamlar ve tazminat talepleri dillendirilmektedir, ancak bu iddiaları hangi uluslararası kuruluşların değerlendirip icbarî hükümler verebileceği konusu henüz netlik kazanmış değildir. 

Salgın sürecinin bütün dünyaya gösterdiği en önemli konulardan birisi ülkelerin kamu yönetiminin bu tür krizler karşısında ne kadar hazırlıklı olup olmadığıdır. Salgın süreci birçok ülkenin, sağlığa ayrılmış kaynaklarının yeterliliği ve sağlık hizmetlerinin ne derece erişilebilir olduğunu test ederken; konulan kurallara uyma bakımından vatandaşlarıyla arasındaki uyum derecesini de göstermektedir. 

Salgının ilk baş gösterdiği ülke olarak Çin, yoğun nüfusuna rağmen salgını beklenenden daha hızlı bir zaman zarfında durdurabilmesiyle öne çıktı.

Kendi kendine yeterlilik stratejisi

Salgının küresel jeopolitik sisteme muhtemel etkilerini tartışmadan önce önemli bir kaç konuya değinmek gerekir. Koronavirüs salgınının tahmin edilenden uzun sürmesi, devletlerin öncelikle gıda ve sağlık ekipmanları bakımından kendi kendilerine yeterli olma zorunluluğunu gündeme getirmiştir. Salgının ilk haftalarında Avrupa ülkeleri arasında ve ABD ile yaşanan maskelere el koyma hamleleri de sağlık altyapısı ve medikal ekipmanlar konusunda yeterliliklerin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir.

Salgın sürecinde Türkiye birçok açıdan kendi kendine yeterli bir ülke olduğunu ispat etmiştir. Özellikle sağlık hizmetlerine ve ekipmanlarına erişim konusunda devletin yüklendiği sorumluluklar devasa boyutlardadır. Koronavirüs tedavilerinin tamamen devlet tarafından karşılanması, gerekli ilaçların önceden stoklanmış olması, iyi yetişmiş ve fedakâr bir doktor, hemşire ve sağlık çalışanları ekibi Türkiye’nin salgını güçlü karşılamasının zeminini hazırlamıştır. Son 20 yılda hastane binaları ve ekipman açısından gerekli donanımlara yatırım yapılmış olması da yaşanabilecek büyük krizlerin önüne geçmiştir.

Türkiye’nin asıl yeterliliği ise gıda güvenliği ile ilgili kapasitesinde yatmaktadır. Ülkemizin mevcut ekilebilir tarım arazilerinin ıslahı ve belirli bir planlamayla tarım yapılmayan bölgelerin tarıma açılması krizin devamı veya derinleşmesine karşı tedbir adımları olarak değerlendirilmelidir. Bazı AB ülkelerinin salgının başında başka ülkelerden gıda stoklarını artırmaya yönelik adımlar atması, beklentilerin krizin uzaması ihtimali üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir.

Küresel ısınmanın artması dünyanın birçok ülkesinde tarım ürünlerinde kısıtlı mahsul elde edilmesine yol açmaktadır. Mevcut gıda stoklarını tehlikeye atmak istemeyen bazı ülkeler gıda ürünlerine ihracat yasağı getirirken (Rusya ve Kazakistan buğdaya, Hindistan ve Vietnam ise pirince yasak getirmesi vb.) bazı ülkeler buğday, mısır, pirinç gibi gıdalarda stok artırma çabalarına girmişlerdir. Bütün bu gelişmeler salgın sırasında ve sonrasında tarım ve gıda açısından kendi kendine yeterli olmanın ne kadar kritik olduğunu gösterir niteliktedir.

Öte yandan Dünya Ekonomik Forumu’nun yaptığı bir araştırmaya göre bazı temel gıda ürünlerinde %40’lara varan fiyat artışları yaşandığı kaydedilmektedir. Aynı çalışmada, gıda stoklarının yeterli olmamasından ve fiyat artışlarından 50’ye yakın gelişmekte olan ülkenin ciddi derecede etkilendiği ve bu ülkelerin toplam nüfusunun dünyanın %60’lık nüfusuna denk geldiği ifade edilmektedir. Bu ülkelerin çoğu Asya ve Afrika’da yer almaktadır.

Uzun bir zaman dilimine yayılan krizlerde, kendi kendine yeterli olmanın en temel parametreleri; içilebilir su, gıda kaynakları, sağlık ekipman ve altyapısının yeterli olması gerekir. Bütün bu unsurları ayakta ve sürekli kamunun hizmetinde tutabilmek için ise ekonomik ve finansal yeterlilik zarureti vardır.

Salgın sürecinin bütün dünyaya gösterdiği en önemli konulardan birisi ülkelerin kamu yönetiminin bu tür krizler karşısında ne kadar hazırlıklı olup olmadığıdır.

Salgının Küresel Sisteme Etkileri

Salgınla birlikte başlayan en önemli tartışmalardan birisi de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve dolayısıyla da küresel sistemin büyük bir değişime uğrayacağı yönündeydi. Bazı yorumcular güç dengelerinin hızla değişeceği, ABD’nin mevcut konumunu kaybedeceği, yerine Çin’in geçeceğini; diğer bazı yorumcular ise daha kaotik bir sistemin mevcut sistemin yerini alacağını iddia etmekteydi.

Koronavirüs salgınının doğrudan doğruya bir sistem değişikliği için yeterli bir dinamik olduğunu düşünmek doğrusu aşırı bir yorum olabilir. Ancak salgının uzun sürmesinin, küresel sistemde salgın öncesi dinamikleri ve değişimleri daha görünür ve hissedilir kıldığına da hiç şüphe yoktur.

Salgından önce yaşanan dinamikleri anlamak için ise genel olarak dünyada refah göstergelerinin son 50 yılda nasıl değiştiğine bakmak yeterli olacaktır. Ülkelerin GDP (Gayri Safi Yurt içi Hasıla) oranlarındaki değişimler, Avrupa’dakine benzer ama sayısal olarak daha büyük bir tüketici orta sınıfın Asya’da tebarüz etmesi değişimin en önemli göstergeleri olarak kaydedilmelidir. Çin, Hindistan, Japonya, Malezya gibi ülkelerde güçlü orta sınıfların doğması; bilim, teknoloji ve sanayinin emtia kalitesine yansıması ve dünya ile rekabet edebilir ürünler ortaya çıkması, Asya bölgesinin son yüzyıldaki rolünün değişmesi anlamına gelmektedir. Asya artık Batı üretim mekanizmalarının sağlayıcısı olmaktan çıkarak kendine yeterli bir üretim ve tüketim ekosistemi oluşturma yolunda ilerlemektedir.

Asya’da ortaya çıkan yoğun nüfus baskısı Asya ülkelerinin kaynaklarını kendi halkları için kullanmaya zorluyor. Öte yandan bu ülkeler mevcut kalkınma süreçlerini devam ettirebilmek için de küresel pazarlara ucuz iş gücüyle mamul sağlamaya devam etmek zorundalar. Kaynaklar üzerinde oluşan baskı ve taleplerin artması Batıdaki zenginliğin ve konforun maliyetlerinin de artması anlamına geliyor. Kısaca Batı fakirleşmese de Asya zenginleşiyor ve zenginleşen nüfusun tüketim talepleri artıyor. Bu dönüşüm bir yandan hammaddeler üzerindeki, diğer taraftan enerjiye olan talepleri artırıyor.

Batı dışı toplumlara on yıllardır örnek olarak gösterilen Batı tarzı yaşam ve tüketim alışkanlıkları, modernleşen ve zenginleşen Asya halklarının da talepleri olmaya başlayınca, burada ilginç bir ironi ortaya çıkıyor. Aynı yaşam tarzını ve tüketim alışkanlıklarını Asya toplumları da benimserse buna dünyanın kaynaklarının yetmesi mümkün değil. (Örneğin; nüfusu dünya nüfusunun yaklaşık %4’ünü uluşturan ABD, dünya kaynaklarının %30’dan fazlasını tüketiyor.) Batı dışındaki toplumlar bu hayat tarzını benimsemesin diye bir argüman üretilse bile (ki bu çok büyük bir tutarsızlık olacaktır), o zaman da mevcut kapitalist sistemde bir tıkanma yaşanması veya kapitalizmin sadece bir bölgeye münhasır kalması gibi bir sorun ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla dünyamızı bekleyen büyük krizin, Koronavirüs salgınıyla daha belirgin görünmeye başlayan (gizli veya âşikar) bir kaynaklar savaşı olduğu açıkça ortadadır.

Küresel sistemde değişimin izlerini takip edebilmemiz için, Koronavirüs salgını zenginliğin Batıdan doğuya kaymasını durduracak mı, hızlandıracak mı yoksa erteleyecek mi sorusuna da cevap aramamız gerekmektedir. Salgının uzun sürmesi, devletlerin ve ekonomilerin dayanıklılığını, mevcut kaynakların etkin kullanılıp kullanılmadığını da test etmektedir.

Eğer kriz sonrası yeni bir sistem ortaya çıkacaksa, bu süreçte –sağlık sistemleri altyapısından ekonomik kaynakların zenginliğine, gıda yeterliliğinden insan kaynakları potansiyeline kadar—uzun bir yeterlilikler listesinde ayakta kalabilen devletler varlıklarını salgın sonrası dönemde de güçlü bir şekilde sürdürebileceklerdir.

Kaynakları yeterli olmayan devletler ise ya büyük devletlerin doğrudan veya dolaylı kontrolüne girecekler veya tamamen başarısız kalacaklardır. 

Kaynaklar üzerinde oluşan baskı ve taleplerin artması Batıdaki zenginliğin ve konforun maliyetlerinin de artması anlamına geliyor.

ABD’nin Liderliği Devam Edecek mi?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Batı merkezli sistemin öncüsü olarak ABD kabul edilmişti. ABD dolarının rezerv para statüsü kazanması dünya ekonomik sistemini dolara bağlarken, bütün liberal ekonomileri de Amerikan –ve belirli ölçüde Birleşik Krallık- finans sisteminin parçası haline getirmişti. İlerleyen yıllarda Bretton Woods sisteminin sarsılması jeoekonomik meydan okumaları da beraberinde getiriyor. Son günlerde yaşadığımız altın ve değerli madenlerdeki fiyat artışları Koronavirüs salgını etkisiyle ortaya çıkan kriz dönemlerinde rezerv paralara olan güvensizliğin boyutlarını göstermesi açısından manidardır.

Dünyada son 30–40 yılda yaşanan temel değişiklik, GDP oranlarındaki yüzdelik temsildeki ağırlığın AB ve ABD ülkelerinden Asya ülkelerine doğru kaymasıdır. Üretim bazlı kalkınma karşısında finans ağırlıklı ekonomik modeller arasında da bir çekişme olduğunu kaydetmek gerekir. Bu değişimin gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi sadece yeni bir orta sınıfın doğması olarak okunamaz; bu süreci destekleyen sosyoekonomik ekosistem ve bunun getirdiği talepler zinciri büyük bir değişim ve dolayısıyla da zenginliğin yer değiştirmesi anlamına gelmektedir.

Koronavirüs salgını gibi küresel bir koordinasyon gerektiren durumda ABD kendisinden beklenen liderliği gösterememiştir. Başlarda salgının ciddiye alınmaması, sonrasında salgınla içeride nasıl mücadele edileceğine dair bir planının olmayışı Amerikan yönetiminin küresel liderlik pozisyonu hakkında derin şüpheler uyandırmıştır.

Koronavirüs salgınının dünya ekonomilerinde olduğu gibi ABD ekonomisini de derinden sarsmaya devam ettiği 2020 ikinci çeyreğindeki büyüme rakamlarında gayet çarpıcı bir şekilde görünmektedir. ABD ekonomisinde %30’lara varan daralma, iflaslar, işsizlik oranlarındaki artış, piyasaya sürülen trilyon dolarlara rağmen tüketimin tekrar eski haline dönememesi ve dolayısıyla da üretim mekanizmalarının tam olarak devreye girememesi Amerikan ekonomisinin büyük daralma içine girdiğini gösteriyor. Çin’in –daha çok–ürettiği ABD’nin ise tükettiği bir küresel ekonomik döngüde bu daralmanın büyük dalgalarla dünya ekonomilerini etkisi altına alması kaçınılmaz görünüyor. 

AB MI, ÇIN MI?

Salgının ABD’nin imajını ve liderlik pozisyonunu sarsmasıyla birlikte, küresel liderliğin el değiştirip değiştirmeyeceği tartışmaları ortaya çıkmıştır. Kimileri Çin’in hızla küresel liderlik pozisyonuna yükseleceğini dillendirirken bazı uzmanlar da, AB’nin de artık jeopolitik bir role soyunması gerektiğini iddia etmektedirler. Bu süreçten yine ABD’nin veya Amerikan şirketlerinin daha kazançlı çıkacağını savunanlara rastlanmaktadır.

Öncelikle küresel güç dengelerini bir güç zayıflarken diğer bir devlet/ülke otomatik olarak onun yerini alır formülüyle değerlendiremeyiz. Birçok etken ve değişkenin de analiz edilmesi gerekir. Aklımızda tutmamız gereken en önemli nokta küresel bazda yoğun insan hareketliliğinin karşımıza çıkardığı bir salgınla mücadele ederken, bir taraftan da egemen devlet yapılarını öne çıkaran bir süreçle karşı karşıyayız. Çünkü salgın ne kadar küresel olursa olsun, ortaya çıkardığı sorunları ve krizleri aşmak, devletlerin kendi içerisinde, kendi milli yapıları içerisinde ürettikleri çözümlerle olacaktır. Bu yönüyle güç dengelerinin süratle değişeceğini iddia etmek için henüz erken bir aşamadayız.

Ancak bu krizin, kurulduğundan beri AB’nin önüne çıkan en büyük jeopolitik imkan olduğunun da altını çizmek gerekir. AB, salgının ilk aşamasında bu fırsatı kaçırmış görünse de, ilerleyen aylarda 1 trilyon avroya ulaşan bir finansal yardım paketinin onaylanmasıyla birlikte bir anlamda üyelerini teskin etmeyi başardı. AB’nin, bu adımların daha ötesinde jeopolitik hamlelere henüz hazırlıklı olmadığı görünüyor.

Çin’in küresel güç dengelerinde pozisyon kazanması veya mevcut pozisyonunu güçlendirmesi mümkündür. Ancak Çin’in; ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra üstlendiği bir rol gibi küresel öncülük rolüne soyun ması için bir dizi testi başarıyla geçmesi gerekmektedir. Öncelikle Çin bir demokrasi değildir ve liberal, demokratik ülkelerin vatandaşlarına ilham verecek, kendisine cezbedecek birçok unsur, kurum ve fikirden mahrumdur. 

Soğuk Savaş’ın nihayete ermesiyle birlikte insanlar dünya tarihinde hiç olmadığı kadar birbirleriyle haberleşir oldular. Özgürlükler ve demokratik yönetim mekanizmaları artan iletişim yöntemleri nedeniyle artık herkesin gözleri önündedir. Salgın sonrası ortaya çıkması muhtemel yeni dünyada, Çin’in muhtemel öncü rolü bu tür talepleri hangi zemin ve derinlikte içselleştirip içselleştiremeyeceği ile de yakından ilgilidir. Çin iç politikasında şu ana kadar yaşanan gelişmeler (Uygurlara uygulanan baskı ve Hong Kong olayları), bu yönde bir eğilimin olmadığı yönünde bizi ikna edecek niteliktedir. Tabi bu beklentiler, ortaya çıkması muhtemel küresel sistemin demokratik ve özgürlükçü olacağı varsayımına dayanmaktadır. 

Küresel bazda yoğun insan hareketliliğinin karşımıza çıkardığı bir salgınla mücadele ederken, bir taraftan da egemen devlet yapılarını öne çıkaran bir süreçle karşı karşıyayız.

Dünyamızı neler bekliyor?

Dünyamız yüz yıldan beri karşılaşmadığımız boyutlarda bir salgınla savruluyor. Bir taraftan ülkeler gıda stoklarını garanti altına almaya çalışırken, öte yandan enerji kaynaklarına erişimi garantilemeye, mevcut konum ve güçlerini sürdürülebilir kılmaya uğraşıyorlar. Salgın nedeniyle üretim ve tüketim mekanizmalarının uzun süre durması ülkelerin ekonomik güvenliğini büyük oranda tehdit ediyor. Salgının daha uzun bir döneme yayılması birçok ülkenin ekonomilerini dağıtacak gibi görünüyor. Bu durum, sonu öngörülemeyen küresel bir krizin habercisidir.

Kuşkusuz uzun süreye yayılmış böylesi derin krizler devletler hiyerarşisinde değişikliğin öncüsü olabileceği gibi mevcut hiyerarşinin daha çok pekişmesine de neden olabilirler.

Mevcut durumda Koronavirüs salgını sürecinde ABD’nin bir küresel güç olarak dünyaya öncülük etmede gönülsüz olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak aşı veya ilaç bulma faaliyetlerinin koordine edilmesinde veya fakir ülkelere yardım iletmedeki isteksizlik bu potansiyelin ABD’de olmadığı anlamına gelmemektedir. İçerde ortaya çıkan ekonomik durgunluğun bertaraf edilmesi ve başkanlık seçimlerine yönelik hazırlıklar ABD’nin küresel salgın yönetimine gölge düşürmektedir.

Mevcut krizin aşılabilmesi için önce salgının bitmesini beklemek gerekecektir. Ortaya çıkacak yeni salgın dalgaları ve ölüm sayılarının yükselmesi mevcut güç dengelerini sarsacak boyutlara ulaşabilir. Bu da hem krizin derinleşmesi hem de çatışma ihtimalinin artması anlamına gelir. 

Whatsapp Whatsapp