17 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Türkiye: Ötekisi Olmayan Ülke Herkesin Ülkesi; Rüyası Kadardır

Kudret BÜLBÜL

Bir soru ile başlayalım: Farklı renk/dil/din/kimlik/aidiyet/ideoloji/etnisite gibi doğuştan ya da edinilmiş farklılıklarıyla insanlığın bir arada yaşama imkânı ortadan kalkmış mıdır?

Bu sorunun anlamsız olup, insanlığın geldiği noktada, tarihin çok gerilerine ait bir soru olduğunu söyleyebilmeyi ne çok isterdim. Ama onca gelişmiş insan hakları söylemine rağmen, insanlığın bugün en temel sorununun farklı kimlik ve kültürlerle bir arada yaşama meselesi olduğu söylenebilir. İnsanlık tarihi kadar eski bu meseleye tarihte üç farklı çözüm önerildiği ifade edilebilir: Yok etme: Endülüs’ün düşmesinden sonra Müslümanlara ve Yahudilere sunulan üç “hak”da olduğu gibi; din değiştirmeye zorlama, ülkeyi terk etme ya da ölüm. Asimilasyon; bugün pek çok Batılı ülke uygulamaları bu kategoride değerlendirilebilir. Entegre çoğulculukta ise içinde yaşanılan topluma ne kadar entegrasyon ya da gönüllü asimilasyon sağlanacağı/sağlanmayacağı, belirli koşullara uyulmak kaydıyla, ilgili toplulukların tercihine bırakılır. Tarihte Balkanlarda, Endülüs’de, Hindistan’da Müslüman yönetimlerin farklı yaşam biçimlerine yönelik uygulamaları bu kategoride görülebilir.

Distopik bir dünya: Nefretin Küreselliği

Tek kutuplu dünyanın çok gerilerde kaldığı söylenir. Kutuptan kasıt siyasal, stratejik, ekonomik, askeri vb. unsurlar ise bu ifade elbette ki doğrudur.

Bununla birlikte kutba bir başka açıdan da bakabiliriz. Adaleti, bir arada yaşamayı, paylaşımı içerecek şekilde, farklı yaşam biçimlerine bakış açısından da acaba tek kutuplu bir dünya sona erdi mi? Bu açılardan bakınca insanlığın maalesef tek kutuplu bir dünyadan daha fazla tek kutupluluğa, nefret kutuplu bir dünyaya dönüşmekte olduğunu söyleyebiliriz. Alman düşünür Immanuel Kant, 18. Yüzyılda “evrensel yurttaş”lıktan bahsediyordu. Ama herhalde geldiğimiz nokta “evrensel nefret” olsa gerek. Dünyadaki gelişmelere kısaca bakmak, bu durumu görmek için fazlası ile yeterli.

Önceki ABD başkanı Trump, Trumpizm olarak da bilinen politikalarıyla, ABD’nin dış politikasında on yıllardır uyguladığı stratejileri ABD iç siyasetinde de uyguladı. Ayrımcılık, dışlama, ırkçılık, rakiplerini ekonomik olarak çökertme, Doğu Avrupa’daki renkli devrimlere benzeyen uygulamalar… Demokratların uygulamaya başladığı politikalar da Trumpizm politikalarından çok farklı değil. ABD tarihinin en fazla oyu olmasına rağmen seçilemeyen muhalefet liderine seçim yasağı getirme, Oyların çalındığına inanarak Biden’ı meşru görmeyen milyonlarca Cumhuriyetçiyi baskılama, özellikle sosyal medya tiranlığı üzerinden siyasal sonuçlar devşirme, dijital faşizm... Kutuplaşmanın ötesinde birbirinden nefret eden parçalı bir yapıya dönüşen ABD toplumunun bu durumu aşıp aşamayacağı yeni yönetimin en temel sorunu olsa gerek.

Avrupa’da ise, aşırı sağ ve sol hareketler göçmen karşıtlığında farklı yaşam biçimlerinin yaşam alanlarını gittikçe daraltma, hatta yaşayamaz hale getirme konusunda gün geçmiyor ki yeni adımlar atılmasın. Özellikle Fransa’nın başını çektiği “İslamcı ayrımcılıkla mücadele” adı altında farklı düşünmenin, inanmanın, yaşamanın hatta farklı yeme içmenin bile imkânı ortadan kaldırılmak (marketlerde helal gıda reyonlarına yönelik yasaklamalar) isteniyor. Fransa, tarihindeki o karanlık jakobenizm çağına yeniden giriyor.

Batılı medya organlarında sıklıkla göçmenlerin neden kendi ülkelerinde olduğu sorusu/eleştirisi yükseltiliyor. Bu soru Batılı ülkelerin neden yüzyıllardır göçmenlerin anayurtlarında olduğu, oraları neden işgal ettiği sorusundan bağımsız olarak yanıtlanabilir mi?

Batıdaki uygulamaların sonucu olarak gelinen nokta “White Supremacy” (beyaz üstünlüğü) inancıyla yapılan terör saldırıları, öldürülen yüzlerce insan, kapatılan/yasaklanan mabetler ve yaşam alanları gittikçe daralan göçmenler, yabancılar, Müslümanlar…

Göçmenlere harcansa, sorunu büyük oranda çözecek iken göçmenleri durdurmak için sarf edilen bütçeler, kurulan ordular…

Denize dökülen insanlık, Aylan bebekler…

Türkiye, umudun potansiyeli: Başka bir bakış, başka bir dünya mümkün.

Küresel pratiklere bakıldığında, her tarafın distopyalarla dolu olduğu bir dünyada Türkiye, bu sıralar, adeta bir ütopya ülkesi gibi. Türkiye’nin de her zaman böyle olmadığını bilerek, insanlık için model olabilecek bazı uygulamalarına değinelim.

Göç politikası: Türkiye’nin sadece bir ili, Kilis bile pek çok Batı ülkesinden çok daha fazla mülteciye ev sahipliği yapıyor. Kilis ili tek başına gösterdiği bu özveri nedeniyle Nobel Barış Ödülü’nü fazlası ile hak ediyor.

Türkiye, dünyada biçare insanlara kapılarını açarak en fazla mülteci kabul eden ülke. Pek çok ülke, göçmenler korkusu nedeniyle daha fazla ırkçılığa kayarken Türkiye milyonlarca mülteci ağırlıyor. Türkiye, izlediği bu vicdanlı politika nedeniyle, bunun için yapıyor olmasa da, göçmenlerin Batıya gitmelerini önlediği için Batının güvenliğine, demokrasisine çok büyük katkı sağlıyor. Daha da güzeli, hiçbir Batılı ülkenin yapamayacağı kadar özveride bulunmasına rağmen, Türkiye’de aşırı sağın yükselmemesi. Bu da insanımızın tarihsel derinliğinin, kültürünün, medeniyetinin, paylaşım duygusunun bir yansıması olsa gerek.

İlkesel dış siyaset: Türkiye’nin Mısır, Suriye, Körfez ülkeleri, İsrail gibi Ortadoğu ülkelerine karşı izlediği siyaset, bu ülkelere karşı yaptığı ağır eleştiriler ve gösterdiği fiili tutum, dış politikanın sadece “ulusal çıkar” endeksli olması gerektiğini düşünenler için anlamlı bulunmayabilir. Oysa dünyanın bugüne kadar karşı karşıya kaldığı sorunların temelinde, ilkesizce, herhangi bir sınır/kural/değer tanımadan izlenen “ulusal çıkar” politikaları yatmaktadır. Türkiye, izlediği stratejiyle değer eksenli bir ulusal çıkar yaklaşımının mümkün olabileceğini gösteriyor.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Suriye’de ve küresel barışa katkı verdiği dünyanın başka yerlerinde de izlediği politikalar bundan başka bir şey değildir. En uzun kıyısı olan ülke olmasına rağmen, Akdeniz’de, kaynakların kendisinin yok sayılarak kaynakların paylaşılmasına tepki göstermektedir. Ama emperyalist ülkeler, ilkesiz “ulusal çıkarları” gereği Akdeniz’de, Libya’da, Suriye’de istedikleri gibi at koşturmak isterken, Türkiye’nin sadece izleyici pozisyonda kalmasını arzu etmektedirler.

Türkiye, izlediği stratejiyle değer eksenli bir ulusal çıkar yaklaşımının mümkün olabileceğini gösteriyor.

İnsani yardımlar: Türkiye dünyanın en zengin ülkesi olmamasına rağmen, son yıllarda, kişi başına düşen gelirine göre, dünyanın en fazla insani yardım yapan ülkeleri arasında, çoğu kez de ilk sırada, yer almaktadır. Başka ülkelerdeki insanlık dramına kayıtsız kalmak, pek çok “zengin” ülke için “ulusal çıkar”larının bir gereği olabilir. Ama tek başına insani yardım konusunda gösterdiği özveri bile insanımızın “gönül zenginliği”nin göstergesidir.

Sağlık yardımları: Kovid-19 salgını sırasında pek çok gelişmiş ülkenin bile sağlık sistemi çöktü. Temel tıbbi yardımları yapamaz hale geldiler.

Türkiye’nin salgının ilk zamanlarında gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş dünyanın pek çok ülkesine gönderdiği sağlık yardımlarını da not etmek gerekir.

Türkiye, yakın dönemde gösterdiği, özgün, özerk ve bağımsız politikalarla, Batı taklitçisi işlevsiz bir üçüncü dünya ülkesi olma konumundan insanlığın umudu ve sığınağı bir ülke olma konumuna doğru hızla evriliyor. Hayır diyebilen, daha insani ve daha değer eksenli bir dış politika izleyebilen bir Türkiye dünya mazlumları için de umut kaynağı oluyor. Küresel hegemonya tarafından tepki çekiyor olmasının önemli bir nedeni de budur.

Ötekisi olmayan bir millet..

Bu noktada, Avrupa’da ve ABD’de göçmen/yabancı/İslam karşıtlığı gittikçe yükselirken, dünyada hiçbir ülkenin hayal bile edemeyeceği kadar mülteci kabul etmesine rağmen, Türkiye’de neden bu tür gelişmelerin olmadığı, bu politikaları izleyen bir siyasal partinin iktidarını sürdürebildiği sorusu akla gelebilir. Bu soru mutlaka sorulması gereken ahlaki/insani/vicdani ve son derece doğru bir sorudur.

Bu sorunun yanıtı Türkiye’nin bin yıllık uzun tarih yürüyüşünde, sahip olduğu, kültür, din ve medeniyet değerlerinde gizli olsa gerek.

Bilindiği gibi Türk Milleti, Orta Asya’dan başlayan ve sürekli Batıya yönelen uzun tarih yürüyüşü sırasında çok fazla kimlik, kültür, dil, din, ırk, etnisite, inanış ve görüşlerle karşılaşmıştır. Bütün bu farklılıklarla etkileşim içinde olmuş ve kültürel olarak bu farklılıklarla daha da zenginleşmiştir. Tarih ilmi, Türklerin bu uzun tarih yürüyüşü sırasında, karşılaştıkları kavimlerin, toplulukların, milletlerin buralardan göç ettiklerine dair bir bilgi sunmuyor. Bu durum Türk milletinin bütün bu farklılıkları kendi birikiminin bir parçası haline getirdiği şeklinde yorumlanabilir. Daha da önemlisi Türk Milleti, uzun tarihsel yürüyüşü sırasında karşılaştığı kavimler, topluluklar ve milletlerin bütün farklılıklarını kendi birikimi olarak gördüğünden bir öteki yaratmadan varlığını sürdürebilmektedir.

Türkiye’nin insani ve daha değer eksenli bir dış politika izlemesi, mazlumların umut kaynağı olması küresel hegemonya tarafından tepki çekmesinin önemli bir nedenidir.

Ulus-devlet, modernlik, aydınlanma gibi kavramlarla yakın dönem insanlık tarihinin karşılaştığı en önemli problem, belki de toplulukların, ulusların kendi varlıklarını bir öteki yaratmaya borçlu olmaları, ancak düşmanlaştırılan bir öteki üzerinden varlıklarını sürdürebilmeleridir. Başkalarını ötekileştirerek ancak varlığını sürdürebilme, bireyler, topluluklar, milletler ve devletlerin karşılaştıkları felaketlerin en önemli nedenlerindendir. Alman-Fransız karşıtlığı/nefreti insanlık için iki dünya savaşına mal oldu denilse yeridir. Bugün Ermeni ya da Yunan olmak daha çok Türk karşıtlığı üzerinden kendini konumlandırmaktadır. Bu karşıtlık üzerinden kendini konumlandırma, böyle bakanların irrasyonel davranışlarının en önemli nedenidir.

Uzun tarih yürüyüşümüzün bize bıraktığı ve bugün dünyanın en fazla ihtiyacını hissettiği şeylerden birisi ötekileştirmemedir. Biz ötekisi olmayan bir milletiz. Bizim milletimiz kendini öteki üzerinden var eden bir millet değildir. Varlığını, yakın ya da uzak herhangi bir komşunun kötülüğü ya da nefretine borçlu değildir. Yeni kurulan ulus-devletlerin, nasıl bir öteki ya da nefret söylemi üzerine kurulduğu, varlıklarını sürdürmek için sürekli nasıl bir nefret söylemi ürettikleri düşünüldüğünde, bu hasletin ne büyük bir erdem olduğu daha iyi görülür. Bu haslet dünyada çok az ülkede vardır. Bu çerçevede Türkiye’yi sıradan bir Batı ülkesiyle, yeni kurulmuş ulus-devletlerle kıyaslamak doğru değildir. Türkiye bir ulus-devlet sınırları içine hapsedilemez. Yeni kurulmuş bir ulus devlet bağlamında bizim milletimizi, toplumumuzu, tarihimizi değerlendirmek, milletimizi küçümsemektir. Yapılan onca yanlışa rağmen, bugün Türkiye’de bir Türk-Kürt çatışması çıkmıyorsa, Türkiye’ye yapılan onca haksızlıklara, askeri darbeleri destekleme girişimlerine rağmen bir Batı nefreti gelişmiyorsa, hala ötekisi olmayan, varlığını bir başka millete nefrete borçlu olmayan bir millet olduğumuzdandır.

Türkiye’nin medeniyet sınırları siyasal sınırlarını fersah fersah aşar

Böyle bir tarihsel, kültürel, coğrafi ve medeniyet birikiminin sonucu olarak Türkiye’nin medeniyet sınırları, siyasal sınırlarını fersah fersah aşar. Oysa pek çok ülkenin kültürel sınırları siyasal sınırlarının bittiği yerde biter. Böyle ülkeler, pek çok Batı ülkesinde ya da körfez ülkesinde olduğu gibi, ülkeleri ve kendi insanları için zenginlik üretebilirler. Ama ürettikleri zenginliğin kendileri dışındaki toplumlar için fazla bir anlamı olmaz. Ülkelerin daha zengin olması, kültürel sınırlarının, etki/sorumluluk duygularının daha geniş olduğu anlamına gelmez.

Medeniyet sınırlarının, siyasal sınırlarını aşan bir ülke olmak, doğal olarak o ülkeye ve o ülke insanına daha fazla sorumluluk yükler. Ülkenize ve size, sadece ülke coğrafyasında değil, o coğrafyayı fazlası ile aşacak şekilde anlam yüklenmektedir çünkü.

Bugün yeterince kuşanamıyorsa da, Türkiye, adaletsizlik, paylaşımsızlık ve birlikte yaşayamama gibi insanlığın karşı karşıya olduğu temel sorunlara çözüm sunabilecek bir medeniyet birikimine sahiptir. Bu birikim bugün belki küllenmiştir, yeterince su yüzüne çıkmış değildir, güncel ve aktüel değildir. Bütün bunlar doğrudur. Ama insanlığın karşı karşıya kaldığı temel sorunları çözebilmeye aday başka bir birikimi de yok gibidir. Bütün eksikliklerine rağmen, Türkiye’nin insanlığın temel sorunlarına verebileceği katkı, sahip olduğumuz tarihsel birikimin ve evrensel konumlanmanın bilincine varmakla başlar.

Türkiye, adaletsizlik, paylaşımsızlık ve birlikte yaşayamama gibi insanlığın karşı karşıya olduğu temel sorunlara çözüm sunabilecek bir medeniyet birikimine sahiptir.

Türkiye nerede başlar? Nerede biter? Herkesin ülkesi, rüyası kadardır. Evrensel konumlanma ve sınırlı bir ulus-devlet arasında sizin Türkiye’niz hangisi?

 

 

Whatsapp Whatsapp